6. Bölüm

Bir şehir düşün. Aşkların boğazına düğümlendiği, her gelenin meydan okuduğu, hiç savaşmadan herkese galip gelen bir şehir…

Bahar geliyor yavaş yavaş şehrime, sizin oralarda da hava böyle güzel mi? Kuşlar başladılar mı aşklarını birbirlerine haykırmaya, karıncalar çıkıyor mu yuvalarından, ayva ağaçları tomurcuklanmaya başladılar mı?

Ne yaz dinliyor yürek; ne bahar, ne de kış… Bugün kendimi dağlara vurasım var. Toprak kokusuna doyasım var. Papatya kokulu çayırlarda bir köpekle yuvarlana yuvarlana oynamak istiyorum. Gel gör ki kedim var benim, o da miskin miskin yatmasını seviyor. Çıplak ayakla dağlarda koşturmak istiyorum, çakıl taşları kessin ayaklarımı isterse…

Oturduğum mahallede bir göl kenarı var. Yaz gelince mesire alanı piknikçilerle dolup taşıyor. Eşini, dostunu, ailesini alan gelmiş piknik yapmaya. Kızlar ip atlıyor, top koşturuyor çoçuklar. Baba ızgara ateşini elindeki karton parçasını bir sağa bir sola hızla sallayarak harlamaya çalışırken kadınlar da sofrayı hazırlıyorlar. Çoban salatası yapılmış, kenarda kesilmeyi bekleyen karpuz bütün lezzetiyle sırasını bekliyor. Biraz ötede üç, beş delikanlı toplanmış çekirdek çıtlatıyorlar. Bir tanesi ayakkabılarını çıkarıp koymuş yan tarafına, iki sevgili var az ötede, oğlan başını kızın dizine koymuş, kız başını okşuyor, muhabbet ediyor, gülüşüyorlar…

Sen geldin bir anda onları görünce gözümün önüne; sahilde bende böyle yatmıştım dizlerine, gözlerime aşkla bakıyordu gözlerin. Annenin nasıl korktuğunu güle güle anlatıyordun hani. Sabahın köründe inatla kasabaya iniyorum dedin diye bu kız kaçıyor mu evden demişti hatırladın mı? Ağlatmıştık kadını. Gözyaşları mı düştü aramıza dersin, biz bu yüzden mi ayrıldık?

Bu kadar insanın burada olmasını fırsat bilmiş birkaç ilkokul çocuğu ellerine su, çekirdek, kola almış satıyorlar. Bir paket çekirdek, bir de su alıp oturdum bir köşeye… Tek, yalnız, düşünce kalabalığında kaybolmuş aklımla…

Kola içmesini pek sevmiyorum, içer miyim dersen eh arada içerim. Ama çok da aramam. Zararlı olan her şeyi seven ben bir bunu sevmiyorum sanırım. Oysa senden ilk ayrıldığım zamanlarda ne kadar zararlı şey varsa bulaşmıştım. Neymiş, seni unutacakmışım içince… Aptallığa bakar mısın? Ne diye unutmak istiyorsun oğlum! Tam tersine tutsana hep aklında, hep yüreğinde; gidemesin bir yere…

Oturup barajın mavi/yeşil suyuna karşı düşüncelere daldım yine… Kayıkla açılmış birkaç balıkçı kayıktan olta salmış nasiplerini çekiyorlar sudan. Barajın karşı yakası da bu taraf gibi çam ağaçlarıyla çevrili… İstanbul da nadir kalan ormanlık alanlardan bir yer burası. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) fethini müjdelediği, binlerce sahabenin bu müjde üzerine yürüyüp kapısında can verdiği bu inci tanesi şehri; diktikleri taş yığınlarıyla griye boyadı o koca göbekli holding patronları…

Kimisi de İstanbul’a hayatında hiç gelmemiştir ama nedense İstanbul’u sevmez! Neymiş efendim çok kalabalıkmış, neymiş efendim trafik varmış… Kalabalık tabi; arılar güle konar. Bu şehir gülün kendisi. Isparta güllerin şehridir ama İstanbul gülün ta kendisidir. Resulullah’ın bile müjdelediği bir şehri sevmemek mümkün mü? İki kıta arasına sıkışmış bir AŞK bu şehir.

Peygamber Efendimiz’in müjdesi üzerine başta Halid bin Zeyd (Ebu Eyyûb el-Ensarî), Ebû Şeybe el-Hudrî, Ebu’d Derda, Amr bin Âs ve iki bin kişilik sahabe ordusuyla fetih için İstanbul’a gelip bu topraklara o mübarek kanlarını, canlarını bıraktılar. Birçoğunun mezar yeri bilinmese de bilinenlerin de kıymeti biliniyor mu dersen! Bence hayır…

İstanbul’un en çok trafiği yoruyor insanı ama bu şehrin insanları yüreklerinde yangın büyüten, hayat savaşı veren insanlardır. Darlığa, zorluğa, sıkışıklığa alışkınlardır. Belki de bu alışkanlık yüzünden gelen gitmek istemez. Bilseydim senin beni hiç beklemediğim bir anda terk edeceğini, buluşmaya ben şehrine gitmezdim de seni çağırırdım. Belki sende severdin de bırakıp gidemezdin bu şehri. Belki beni bırakırdın da bu şehrin hatırına kalırdın yanımda, olamaz mıydı? Yine bir araf işte…

Bir Cevap Yazın